Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Saatler
20 Kasım 2024Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Saatler
Yüzyıl öncesinde Türkiye’de saat kavramı etrafında ilginç bir karmaşa yaşanıyordu; Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçerken saatleri yeniden düzenlemek gerekmişti. Ünlü gazeteci Burhan Felek’in, bu karmaşayı mizahi bir anekdotla anlattığı bir hikaye vardır: Haremağası yeni bir saat almış, fakat saatin kaç olduğunu okumakta zorlanıyormuş. Saatini herkese göstermek istediğinden, yoldan geçenlere “Affedersiniz, saatiniz kaç?” diye sorarmış. Birisi “üçe çeyrek var” gibi bir cevap verdiğinde, haremağası kendi saatine bakıp, gülerek “Benimki de öyle!” dermiş.
Haremağası bu tepkiyi verirken yanılıyor olabilirdi, çünkü onun yaşadığı dönemde saatler üzerinde çeşitli anlaşmazlıklar ve kafa karışıklıkları vardı. Sorun, saatlerin kendisinden değil, saatlerin güneşin hareketlerine göre ayarlanmasından kaynaklanıyordu.
O dönemde kullanılan “Türk usulü” ya da yaygın adıyla “alaturka” saat sistemi, günün başlangıcını güneşin batışıyla tanımlıyordu. Günbatımı olduğunda saat 12 kabul edilir ve yeni bir gün başlamış sayılırdı. Böylece, bir sonraki günbatımına kadar geçen süre 24 saate bölünürdü. Bu sistem ilk bakışta mantıklı görünse de, güneşin her gün farklı saatlerde batması bir takım zorluklar yaratıyordu. Asıl sorun, her bölgenin kendi coğrafi konumuna göre farklı bir saatte güneşin batışını deneyimlemesiydi, bu da aynı boylam üzerinde olmayan yerlerde saat farklarını kaçınılmaz hale getiriyordu.
Üstelik, yıl içinde günlerin ve gecelerin uzunluğunun değişmesi (örneğin, 21 Aralık yılın en uzun gecesi kabul edilir) saatlerin her gün yeniden ayarlanmasını zorunlu kılıyordu. Mevsimlere göre farklılık gösteren gün uzunluklarını takip etmek ise oldukça dikkat gerektiriyordu. Yalnızca 21 Mart ve 21 Eylül’de, gece ve gündüz süreleri eşit, 12 saat olduğunda bir istisna yaşanırdı. Muvakkitler (vakitleri belirleyenler) ve muvakkithaneler (vakit ölçüm evleri), saatleri her gün yeniden ayarlamak için kritik bir rol oynuyordu. Müneccimlerin (astronomlar) desteğiyle zaman ölçümleri büyük bir özenle yapılmasına rağmen, küresel düzene uyum sağlamak zordu.
Bu dönemde, 21 Aralık’taki “en uzun gece” (şeb-i yelda) kavramı, dertleri olanlar için anlamlı bir mecazdı. Çetin Altan, her yıl 21 Aralık’ta Milliyet gazetesinde, “Uyuyamayan hastalar, kaygılı ve sıkıntılı insanlar için eski şairlerin bu geceye dair söyledikleri” diyerek Divan edebiyatından miras kalan o meşhur beyti paylaşırdı:
“Şeb-i yeldâyı müneccimle muvakkit ne bilir,
Mübtelâ-yı gama sor kim geceler kaç sâat”
Dünyaya uyum sağlayamasak da, doğrusu bu çok dert ettiğimiz bir konu değildi. Ne zaman ki ticaret ve ulaşım önem kazanmaya başladı, işte o zaman işler karıştı; çünkü saatlerimiz artık başka bir dünyaya göre ayarlanmalıydı.
Dünyanın dört bir yanında farklı saat sistemleri benzer sıkıntılara yol açtığından, uluslararası bir saat sistemi oluşturma fikri doğdu. 1884 yılında, İngiltere’deki Greenwich Gözlemevi’nden geçen meridyen çizgisi “başlangıç meridyeni” olarak kabul edildi ve dünya 15’er derecelik aralıklarla 24 saat dilimine bölündü. Böylece ülkelerin saatleri meridyenlere göre ayarlandı. Osmanlılar, bu yeni sistemi “alafranga” (Frenk tarzı) olarak adlandırdı; bu, alaturka saatin tam zıttı bir düzen sunuyordu. Alafranga saat sisteminde, günün başlangıcı güneşin tam tepe noktasında olduğu öğle vaktiyle sabitlenmişti, bu da pratik ve düzenli bir saat ölçümü sağlıyordu.
Saatlerde yaşanan bu sıkıntılara takvimler de eklendi. Osmanlı döneminde, vergi tahsilatında kullanılan takvim, hasat mevsimlerine bağlı olduğu için 365 günlük güneş yılına dayanıyordu. Ancak, asker ve memur maaşları 354 günlük Hicri takvime göre ödeniyordu. Bu iki sistem arasındaki gün farkı zamanla birikiyor ve sürekli sorunlara yol açıyordu. 10 Şubat 1917’de Takvim-i Vekayi’de yayınlanan yeni bir kanunla, Batı’daki güneş takvimi kabul edildi, ancak başlangıç tarihleri Hicri takvime göre ayarlanarak kullanıldı. Böylece, bize özgü olan Rumi takvimi ortaya çıktı. Ahmet Rasim, bu dönemde yaşanan bu karmaşayı “Gülüp Ağladıklarım” kitabında çarpıcı bir şekilde anlatmıştır.
Türkiye’de takvim sorunu nihayet 1925’te çıkarılan bir kanunla çözüme kavuştu. Kanunda, “1341 yılı Aralık ayının otuz birinci gününden sonra gelen gün, 1926 yılı Ocak ayının birinci günüdür” ifadesiyle yeni takvim sistemi resmileştirildi.
Daha önce, Mayıs 1912’de alınan bir kararla orduda ve devlet dairelerinde alaturka saat yerine alafranga saat kullanımına geçildiği duyurulmuştu. Ancak bu, uygulamada pek hayata geçmeyen bir değişiklik olarak kaldı; saatlerin ibreleri halkın alıştığı gece ve gündüz zamanlarına uymadığı için, roman ve öykülerde geçen “akşamın 12’si” ya da “gecenin 3’ü” ifadeleri artık başka bir saate işaret ediyordu. Halk bu yeni sisteme kolayca adapte olamadı.
Bu uyumsuzluk karşısında, mevsimlere göre saatin hızını ayarlama ihtiyacını ortadan kaldırmak isteyen saray saatçisi Johann Meyer gibi girişimciler, “ayar gerektirmeyen saat” gibi çözümlerle yenilikler geliştirdiler. Ancak bu mekanizma oldukça hassas bir yapıya sahipti ve pratikte kullanım zorlukları yaşandığı için fazla talep görmedi.
Alafranga saat düzenine sadece halk değil, aydınlar da kolayca alışamadı. Ahmet Haşim’in (1884-1933), bir gazetede yayımlanan denemesindeki şu sözleri, bu yeni saat sistemine karşı duyulan en güçlü tepkilerden biri olarak görülebilir: “En çok özlemle hatırlanan saat, unutulmuş eski saatler içinde akşamın on ikisidir. Artık o ‘on iki’, (…) sokakların lacivert bir sisle örtüldüğü, ışıkların yandığı, sofraların kurulduğu ve yarasaların mahzenlerden uçuştuğu o büyüleyici ve titrek an değil. Akşam anlamını yitirerek, bazen öğlenin sıcağında, bazen gece yarısının karanlığında karşılığı olmayan bir vakti gösteren, hayatımızda renksiz ve şaşkın bir an haline gelmiştir.”
Yahya Kemal Beyatlı (1884-1958) ise döngüsel bir zaman anlayışını savunur. Ona göre aşk, uzun bir gece gibi devinir; Mecnun’un yarım bıraktığı sözü Leyla devam ettirir, zaman böylece sürüp gider:
“Şeb-i yeldâda uzar fecre kadar kıss-i aşk
Ta ki Mecnûn bitirir nutkunu Leylâ söyler.”
Cumhuriyet dönemi ise bu uzun süreli kronik sorunlara nihayet çözüm oldu; bizi farklı bir zamana ve daha aydınlık günlere taşıdı. 26 Aralık 1925’te yürürlüğe giren kanunla alaturka-alafranga ayrılığı sona erdi ve saatlerimiz yeni bir düzene kavuştu.